Değerli meslektaşlar, sevgili konuklar hepinizi Yönetim Kurulumuz adına saygıyla selamlıyorum.
Bugün, yani Ekim ayının ilk pazartesi günü tüm dünyayla birlikte Mimarlık Günü’nü kutlamak üzere biraraya gelmiş bulunmaktayız.
Gelenekselleşen biçimde İzmir’de Mimarlık gününü Mimarlık haftasına dönüştürerek bir hafta boyunca etkinliklerle kutluyoruz. Bu sene etkinliklerimize destek veren sponsorlarımız Cosentino, Pimapen ve Ege İhracatçı Birlikleri’ne bu vesileyle teşekkür etmek isterim.
Bildiğiniz gibi dünya Mimarlar Birliği UIA her yıl bu kutlamalara bir çerçeve eklemek adına bir duyuru yayınlıyor.
Bu yılki duyurunun başlığı ise “İklim Değişikliği İçin Harekete Geç!”
İklim değişikliği artık uzun vadeli bir öngörü değil insanlığın yakın geleceğini etkileyecek bir durum olarak değerlendiriliyor.
Hızlı kentleşmenin, nüfus artışının ve yapılaşmanın, doğanın tölere edebileceği sınırların ötesindeki olumsuzlukları gözle görülebilir hale geliyor.
Uzmanlar iklim değişikliğinin ana nedeninin insan etkinlikleri olduğunu ve özellikle en önemli sorunun atmosfere salınan sera etkisi yaratıcı gazlar olduğunu belirtiyorlar. Sera gazlarının önemli bir kısmı da yoğun sanayinin, yapılaşmanın ve trafiğin olduğu kentlerimizce üretiliyor.
Mimarlar olarak yapılı çevrenin oluşturulmasının en önemli aktörlerinden biri olmamız nedeniyle bu konuda üstümüze ciddi sorumluluklar düşüyor.
Öncelikle mesleğimizi icra ederken tasarımdan inşaata kadar sürecin her aşamasında doğayı daha çok düşünmek, daha az kirlilik üreten, daha az zarar veren yöntemleri kullanmak artık bir seçenek değil zorunluluk haline geliyor.
Gelecek nesillerini düşünme sorumluluğundaki bir çok ülke yasa ve yönetmeliklerini bu yönde geliştiriyor.
Bununla birlikte Mimarlık ve kentsel bağlamda yöneticileri daha sürdürülebilir stratejiler üretmek için zorlamak, kamuoyunu bilinçlendirmek de hem bireysel hem de örgütsel olarak bizlere düşüyor.
Ancak yaşadığımız bu irrasyonel çağda ve diktatörlüğe yakın, olağanüstü halle yönetilen bir ülkede bunu ne kadar başarabildiğimizin yanıtı umut verici değil.
Küresel çaptaki akıldışılığın bir özetini yapmak bu konuşmanın kapsamını aşacak. Sadece yaşadığımız çağın, insanoğlunun kendi sonunu getirmeye en yaklaştığı dönem olduğunu söylemek yeterli olacaktır.
Ülke ölçeğinde de nereden bakarsanız bakın üzücü bir tablo var. Yapılan tüm yasalar, yönetmelikler inşaatın ne pahasına olursa olsun sürmesi yönünde. Ve bu paha da bildiğiniz gibi çoğunlukla tarihimiz ve doğamız.
İnsanı değil rantı merkeze koyan daha fazla yapı, mega projeler, HES’ler, nükleer santraller ne yazık ki tarihimize, doğamıza ve geleceğimize geri dönüşsüz zararlar vererek bizi bir distopyaya doğru sürüklüyor.
Çağdaş dünyada olduğu gibi makul yoğunluklarla coğrafyaya dağılarak yaşamak yerine şehirlerde yığılmayı tercih eden ya da daha doğrusu yanlış politikalar sonucu zorunda bırakılan milyonlarız.
Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da aslında bizi çağdışı, ilkel bir ülkeye dönüştüren yoğun yapılaşmış kentler, gökdelenler, nükleer santraller, mega projeler sanki çağdaşlıkmış gibi sunuluyor.
Bugün hiç bir Avrupa kentinde İstanbul’da olduğu kadar çok gökdelen göremezsiniz. Hatta birçoğunda hiç gökdelen göremezsiniz.
Bugün Avrupa ülkelerinin bir çoğu yakın-orta vadede nükleer enerjiden tamamen kurtulmak için strateji planları yapıyor.
Batıda bunlar olurken biz, hadi ülkeyi bir yana koyalım, İzmir’de neler yapıyoruz.
Yakın zamanda dahice bir imar terimi icat ettik. Haş maks yani yükseklik serbest. Yani yapabildiğin kadar yüksek yap. Ve utanmadan kentin neredeyse her yerinde geçerli bu.
Bir gün bakıyorsunuz Otogarın yanından Çin’in rezil gettolarından birinden fırlamış bir kütle yükseliyor.
Bir gün bir yatırımcı Kadifekale’nin hemen eteğinden bir yer kapatmış, Kadifekale’den daha yüksek bir konut kulesi yapıyor. Karabağlarda, mahalle arasında yeni gökdelenlerin temelleri atılıyor.
Şu an silüette gördüğümüz yüksek yapılardan 20, 30 tane belki daha çoğu sırada geliyor.
Peki yerel yönetimimiz, kentin silüetini, sağlıklı gelişimini yönetmesini beklediğimiz belediyemiz ne yapıyor?
En son Basmane’de bir holdingin yaptığı gökdelende yer kapmaya çalışıyordu belediyeyi içine taşımak için.
Peki merkezi yönetimimizin imar bağlamında kentteki temsilcisi, Çevre ve Şehircilik müdürlüğümüz ne yapıyor.
O da bulunduğu alan çok değerlendiği için kendi binasını yıkıp gökdelen yapıp bir kısmını satmayı düşünüyor.
Bu İzmir’in sonu. İzmir’in 2 kelimelik sonu. Yükseklik serbest.
Başka bir gündem Körfez Geçiş Projesi. Gediz Deltası’nı mahvedecek, körfezi boğacak, İnciraltı ve Çiğli’deki SİT alanlarında yapılaşmanın önünü açmaktan başka bir işe yaramayacak bu proje kente, kentin doğasına yapılacak en büyük kötülüklerden biri.
Bu projeyi de yöneticilerimiz paylaşamıyor. Merkezi iktidar projeyle övünürken Belediye Başkanımız aslında projenin kendi fikri olduğunu savunuyor.
Özetle bu gidişatla ve bu zihniyetle ne trafiği çözebilirsiniz ne kentin diğer altyapılarını sağlıklı biçimde kurabilirsiniz, ne de nitelikli kentsel mekanlar yaratabilirsiniz.
Ama asıl önemlisi doğa artık bu yükü taşıyamıyor. Bizim çağdaş kavramlarla terbiye edemediğimiz insani hırslarımızla başedemiyor. Ancak biliyoruz ki eninde sonunda doğa kazanır.
Biz, daha geç olmadan insani hırslarımızı bir kenara bırakıp doğayla barışık bir yaşamın, yapılaşmanın yollarını bulmalıyız. Dünyada da, ülkede de, kentimizde de.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.